Saçlarını kısaltmanın
pişmanlığını yaşıyordu. Oysa ki o upuzun saçlarını, saçlarına sarılıp
uyumalarını çok severdi.
Yağmurlu bir gündü yine bir gözünü açıp yataktan çıkmaya üşenerek
başlamıştı güne. Hava kapalıydı ama yağmuru çok severdi o, toprak kokusunu,
rüzgarı, rüzgarda savrulan saçlarını… Dört duvar arasından kurtulmak, çıkıp
biraz hava almak istiyordu. Saat 5’i gösterir göstermez kendini dışarı attı.
Yağmur şiddetini kaybetmesine rağmen hala yağıyordu. Rüzgar kuruyan yüzünü
okşuyor, gülümsemesini sağlıyordu. Dudakları kurumuştu.
Soluğu en yakın mesirelikte aldı. Gökyüzüne baktı. Ağaçları ve henüz
kararmış bulutları gördü. Bozkırda yaşayanların denizidir gökyüzü, gündüzleri
masmavi; şimdi ise alabildiğine siyah, alabildiğine karanlık. Dertlenince
gökyüzüne sarılır bozkır insanı, gidecek bir denizi olmadığından olsa gerek,
kırk yılda bir seyahat ederken otobüsün camından denizi görünce bir çocuk gibi
mutlu olur. Akşam soğuğu çökmüştü şehre, rüzgar saçlarının arasından geçip
ağaçlara kavuşuyordu. Rüzgarın çıkardığı sese ıslığıyla karşılık verdi.
Dudakları hala kupkuruydu. Kim bilir en son ne zaman dudağına başka bir dudak
değmişti. Belki de hiç değmemişti.
Çantasını yavaşça yere bıraktı. Kolları artık onu kaldıracak güçte
değildi. İlk gördüğü banka oturdu. Yarım kalmış şiirlerini düşündü; kimseyle
paylaşmamasına rağmen canını sıkıyordu yarım kalmaları, yavaşça eğilip çantasına
uzandı. İnce bir defter, bitmek için gün sayan bir kalem çıkardı. Yağmurlu bir
günde yazmaya karar verdiği ama asla bitiremediği öyle çok şiiri vardı ki… Yine
onlardan birini yazmak üzereydi. Durdu. Kendiyle çeliştiğini fark etti, gözleri
doldu, artık yazacak bir şeyi
kalmamıştı.
Saat çaldı. Bir gözünü açıp etrafı süzdü, yataktan çıkmaya üşendi, hava
kapalıydı…