19 Mart 2016 Cumartesi

Ağıt

Köşeden yükselen dumanı, yanık et ve tütsü kokusu takip etti. Zaman geriye doğru akıyor gibiydi. Yere bırakılmış karanfiller sanki yeniden gökyüzüne doğru yükseliyordu. Kızılay istasyonuna çoktan ulaşmış Batıkent metrosu tüm hızıyla Sıhhıye’ye dönüyor. Trene yetişmek için turnikelerden hızla koşan insanlar yine Karanfil’e çıkıp Dost’un önünde buluşma saatini bekliyorlardı. Dökülen kanlar yeniden damarlarda dolaşıyordu ve bir kadının yanağıma bıraktığı dudak izi yavaşça kayboluyordu. Tıpkı ‘Back to the Future’ serisinde Marty Mcfly’ın yanlışlıkla geçmişe döndüğünde annesiyle kurduğu yakınlıktan sonra gelecekten kalan bir fotoğraftan usulca kaybolmaya başlaması gibi. Marty’nin durumu düzeltip yeniden bin dokuz yüz seksen beşe dönmesi için çok kısa bir zamanı vardı. Üstelik geleceğe dönebilmesi için gerekli olan enerji bir yıldırıma bağlıydı. Benimse artık ölü olan bedenleri hayata bağlayabilmek için daralan bir nefes alış-veriş aralığından daha kısa bir zamanım dahi olmadı, ve yeryüzünde açığa çıkabilecek hiçbir enerji o insanlarla beni ortak bir geleceğe götüremezdi artık. Gözlerim asırlık iki koca ağacı aleve boğan kıvılcımlarda takılı kaldı.  Delorean’i aradığım bütün büyük reklam tabelaları tuzla buz olmuşken beni geleceğe götürecek enerji neredeydi peki? Şüphesiz ki büyük bir hüzün ve umutsuzlukla birlikte o da tuzla buz olmuştu.

Telefonum kendime dikkat etmemi öğütleyen uyarı mesajlarıyla, zihnim ise kaybetmenin yakıcı hissi ve garip bir korkuyla kaplı iken açtım gözlerimi. Psikolojimizin alt-üst olduğu bir dönemde normal şartlarda sokakta olmam gereken günün bu saatinde, yatağıma uzanmış ve uyuyakalmıştım. Bilinçaltımın beni yönlendirdiği biçimde son bulmuştu bu gündüz uykusu. Hepsi bir rüyaydı. Onca koşuşturmaca, gözlerimin içine bakan bedenler, alev alan iki koca ağaç… Geriye dönüp dönmeyeceği belli olmayan bir bumerang gibi fırlatılmış karmakarışık bir ışık yığını gibiydi her şey. Hepsi ruhumun içinde bulunduğu durumun bir tezahürü olarak bir rüyada can bulmuştu. Fakat burnuma kazınan kokular o kadar gerçekçiydi ki bunun nedenini çözümsemem uzun sürmedi.  Yatağımın bitişiğinde usulca yanan bir tütsü ve uyuyakalmak üzereyken öylece özensizce fırlatıldığı her halinden belli olan bir dergi vardı. Hafifçe doğrulup usulca yanan tütsüyü söndürdüm. Gözüm takvimi aradı. ‘Acaba kaç dakikadır uyuyordum’ ya da ‘kaç saat?’ Belki de günlerdir süren uzun bir uykuydu bu ve hepsi rüyanın bir parçasıydı. Belki de ölü bedenlere, ateşe ve gözyaşına bu kadar yakın değildim ya da hiç yaşanmamıştı tüm bu kargaşa. Hatta belki de Delorean’e atlayıp gelecekte bir yerde uyanmıştım. Oysa takvim bugünü gösteriyordu yine, saatse birkaç saat sonrasını sadece. Bir yudum su içip tüm bu olan biteni sorgulamaya başladım. Gökyüzüne doğru yükselen karanfiller değil bedenlerdi bu kez ve karanfiller yalnızca yere  bırakılıyordu birkaç mum kırıntısıyla birlikte. Sızıp kalmadan hemen evvel bir şeyler okumaya çalışıyordum aslında. İçinde bulunduğumuz durumu özetleyen ve bir çıkış yolunun varlığını somut örneklerle ortaya koymaya çalışan bir yazıydı. Üstelik kendine başlık olarak Oğuz Atay’a selam ederek ‘Tutunamayanlar’ı seçmişti. Kalabalık şehirlerde bir uçurum kenarında yaşama tutunmaya çalışır gibi yalnızca hayatta kalmaya çalışırken cevabını bulmaya çalıştığımız soruyu Tim Hardin bize bir şarkısında  soruyordu aslında:

          ‘How can we hang on to a dream?' ( Biz bir rüyaya nasıl tutunabiliriz?)

“Türkçeye yukarıdaki gibi çevrilebilecek  bu şarkı, elden bir şey gelmemesi, ümitlerin tükenmesi ve kaçınılmaz sonun anlaşılmasından ibarettir” *

   Yine de bir rüyaya nasıl tutunabileceğimizi öğrenebilirsek, bozkır bir hüzün yığınından tükenen ümitleri yeniden yeşertebilir ve  bizi geleceğe götürecek bir enerjiyi yaratabiliriz. Fakat şimdi vakit sessizliği bir ağıt haline getirip ezgisiz bir hüznü içimize çekme vakti.


Alıntılamalar:
*Socrates Dergi/ sayı 11 /Şubat 2016/ Merkez Kort  ­­|

Not: Yazıda bahsi geçen film | Back to the Future