Köşeden yükselen
dumanı, yanık et ve tütsü kokusu takip etti. Zaman geriye doğru akıyor gibiydi.
Yere bırakılmış karanfiller sanki yeniden gökyüzüne doğru yükseliyordu. Kızılay
istasyonuna çoktan ulaşmış Batıkent metrosu tüm hızıyla Sıhhıye’ye dönüyor.
Trene yetişmek için turnikelerden hızla koşan insanlar yine Karanfil’e çıkıp
Dost’un önünde buluşma saatini bekliyorlardı. Dökülen kanlar yeniden damarlarda
dolaşıyordu ve bir kadının yanağıma bıraktığı dudak izi yavaşça kayboluyordu. Tıpkı
‘Back to the Future’ serisinde Marty Mcfly’ın yanlışlıkla geçmişe döndüğünde
annesiyle kurduğu yakınlıktan sonra gelecekten kalan bir fotoğraftan usulca
kaybolmaya başlaması gibi. Marty’nin durumu düzeltip yeniden bin dokuz yüz
seksen beşe dönmesi için çok kısa bir zamanı vardı. Üstelik geleceğe
dönebilmesi için gerekli olan enerji bir yıldırıma bağlıydı. Benimse artık ölü
olan bedenleri hayata bağlayabilmek için daralan bir nefes alış-veriş
aralığından daha kısa bir zamanım dahi olmadı, ve yeryüzünde açığa çıkabilecek
hiçbir enerji o insanlarla beni ortak bir geleceğe götüremezdi artık. Gözlerim asırlık
iki koca ağacı aleve boğan kıvılcımlarda takılı kaldı. Delorean’i aradığım bütün büyük reklam
tabelaları tuzla buz olmuşken beni geleceğe götürecek enerji neredeydi peki? Şüphesiz
ki büyük bir hüzün ve umutsuzlukla birlikte o da tuzla buz olmuştu.
Telefonum kendime dikkat etmemi öğütleyen uyarı mesajlarıyla, zihnim ise kaybetmenin yakıcı
hissi ve garip bir korkuyla kaplı iken açtım gözlerimi. Psikolojimizin alt-üst
olduğu bir dönemde normal şartlarda sokakta olmam gereken günün bu saatinde,
yatağıma uzanmış ve uyuyakalmıştım. Bilinçaltımın beni yönlendirdiği biçimde
son bulmuştu bu gündüz uykusu. Hepsi bir rüyaydı. Onca koşuşturmaca, gözlerimin
içine bakan bedenler, alev alan iki koca ağaç… Geriye dönüp dönmeyeceği belli
olmayan bir bumerang gibi fırlatılmış karmakarışık bir ışık yığını gibiydi her
şey. Hepsi ruhumun içinde bulunduğu durumun bir tezahürü olarak bir rüyada can
bulmuştu. Fakat burnuma kazınan kokular o kadar gerçekçiydi ki bunun nedenini
çözümsemem uzun sürmedi. Yatağımın
bitişiğinde usulca yanan bir tütsü ve uyuyakalmak üzereyken öylece özensizce
fırlatıldığı her halinden belli olan bir dergi vardı. Hafifçe doğrulup usulca
yanan tütsüyü söndürdüm. Gözüm takvimi aradı. ‘Acaba kaç dakikadır uyuyordum’
ya da ‘kaç saat?’ Belki de günlerdir süren uzun bir uykuydu bu ve hepsi rüyanın
bir parçasıydı. Belki de ölü bedenlere, ateşe ve gözyaşına bu kadar yakın
değildim ya da hiç yaşanmamıştı tüm bu kargaşa. Hatta belki de Delorean’e
atlayıp gelecekte bir yerde uyanmıştım. Oysa takvim bugünü gösteriyordu yine,
saatse birkaç saat sonrasını sadece. Bir yudum su içip tüm bu olan biteni
sorgulamaya başladım. Gökyüzüne doğru yükselen karanfiller değil bedenlerdi bu
kez ve karanfiller yalnızca yere bırakılıyordu birkaç mum kırıntısıyla
birlikte. Sızıp kalmadan hemen evvel bir şeyler okumaya çalışıyordum aslında. İçinde
bulunduğumuz durumu özetleyen ve bir çıkış yolunun varlığını somut örneklerle
ortaya koymaya çalışan bir yazıydı. Üstelik kendine başlık olarak Oğuz Atay’a
selam ederek ‘Tutunamayanlar’ı seçmişti. Kalabalık şehirlerde bir uçurum
kenarında yaşama tutunmaya çalışır gibi yalnızca hayatta kalmaya çalışırken cevabını
bulmaya çalıştığımız soruyu Tim Hardin bize bir şarkısında soruyordu aslında:
‘How can we hang on to
a dream?' ( Biz bir rüyaya nasıl tutunabiliriz?)
“Türkçeye yukarıdaki gibi çevrilebilecek bu şarkı, elden bir şey gelmemesi, ümitlerin
tükenmesi ve kaçınılmaz sonun anlaşılmasından ibarettir” *
Yine de bir rüyaya
nasıl tutunabileceğimizi öğrenebilirsek, bozkır bir hüzün yığınından tükenen ümitleri
yeniden yeşertebilir ve bizi geleceğe
götürecek bir enerjiyi yaratabiliriz. Fakat şimdi vakit sessizliği bir ağıt
haline getirip ezgisiz bir hüznü içimize çekme vakti.
Alıntılamalar:
*Socrates Dergi/ sayı 11 /Şubat 2016/ Merkez Kort |
Not: Yazıda bahsi geçen film | Back to the Future