17 Ağustos 2014 Pazar

“Ölüm Allah’ın Emri Ayrılık Olmasaydı”



“Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,         
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzigâr ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigâr.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazısiyle:
‘Ölüm Allah’ın emri,
Ayrılık olmasaydı.’”
                                                Orhan Veli*

Böyle bitirir Orhan Veli, Kitabe-i Seng-i Mezarı, yazık olmuştur Süleyman Efendiye.Sultan Süleyman gibi hükümranlığı olmamıştır belki ama kendi küçük hayatında, büyük hayallerinin padişahı olmuştur.Geriye gerçekleştiremediği hayalleri, hatırlanmayan ismi ve duvarda yazılı anonim söz kalmıştır Süleyman Efendi’den. Yazık olmuştur. Çok yazık!

İçerisinde bulunduğum yaş itibariyle bir Çehov öyküsü kadar kısa olan şu ömrümün en zor günlerinden birinde nasıl olduysa bir şekilde içine düştüğüm iki metrekarelik çay ocağının duvarında yazan bu anonim cümleyi görünce aklıma düştü Orhan Veli. Acaba Süleyman Efendi’yi tanır mıydı çay ocağının sahibi ya da bilir miydi Orhan Veli’yi? Belki de Orhan Veli’nin de yolu düşmüştür bu iki metrekarelik çay ocağına, ardından eline kağıdı kalemi alıp yazmıştır Süleyman Efendi’yi o duvardaki el yazısıyla. Bilemedim.
Dışarısı çok sıcaktı. Hatta öyle sıcaktı ki çay ocağının sahibi dayının hararetli konuşması sırasında ağzından fışkıran tükürükler yere ulaşmadan buharlaşıyordu. Gözüm duvardaki yazıdan ayrılmıyordu. Belki defalarca okumuştum Kitabe-i Seng-i Mezarı ama ilk kez bu denli kapılmıştım Süleyman Efendi’nin duvarında yazan cümleye. Sahi ne büyük bir aşktır ki ölümü kabullenişten sonra ayrılığa hayıflanır. İnsanoğlu küçücük bir metasını kaybedince bile üzülürken nasıl canını yitirmekten korkmayıp yalnızca ayrılığı düşünür? Her hecesini tek tek yeniden kurdum kafamda, derken aklıma bir başka şiir düştü:
“Biliyorum, kolay değil yaşamak;
Ama işte
Bir ölünün hâlâ yatağı sıcak,
Birinin saati işliyor kolunda.
Yaşamak kolay değil ya kardeşler,
Ölmek de kolay değil;
Kolay değil bu dünyadan ayrılmak”
                                                                  Orhan Veli**
Derken çay ocağının sahibi dayıdan gelen sesle irkildim. Gözüm duvardaki yazıya takılı kalmaya ara verip inceden yeri süzmeye başladı. Ve mâlum soru geldi.
-Ne içicen yeğen?
Bir şey içmemek, kimseyle konuşmamak, kimseyi dinlememek sadece duvardaki yazıya bakıp hayatı sorgulamak, Orhan Veli’nin ölüme bakışını içimde yıllardır biriken ifadelerle bir araya getirip kendi kendime yorumlamak istiyordum. Yine de tüm bunları yapabilmek için bir sessizliğe ihtiyacım vardı. Ve ben bir şey istemezsem biraz ısrar, birazda üzerime olma isteğiyle yakamı bırakmayacaktı dayı. Adet yerini bulsun diye geçirdim içimden sonra dışarıya sesli olarak bunu şöyle aktardım.
-Bir Zafer alayım.
Bu sıcakta içilebilecek en mantıklı şeydi Zafer Gazoz, o klasik şeffaf cam şişe sandık tipi buzdolabından çıkartıldı. Naylon iplikle bağlanmış köşede öylece uzanan gazoz açacağı imdada yetişti. Gazozum öylece kondu önüme, bir yudum alıp gözümü tekrar duvara diktim.
Zorlu bir seçimin arefesinde kafama büyük-küçük pek çok şey takılır. Bu da onlardan biri olmayı başarmıştı. Önceden ölümün sonsuzluğa evrilmek olduğunu düşünürdüm. Yani bana göre biz öldükten sonra dahi bizi tanıyan insanlarda, geride bıraktığımız eşyalarda, hatıralarda yaşamaya devam  ederdik. Ama artık öyle düşünemiyorum. Nefesimiz kesilince öyle aniden, bizimde hayatla tüm bağımız kesiliyor bence artık. Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktıkça zaman, unutuluyoruz. Belki de evet, ölüm sonsuzluğa evriliyor ama biz evrilemiyoruz. 
Artık tamam diyorum içimden, cümlenin büyüsünü buldum. Ölüm Allah’ın emri, bir gün gideceğiz ve geride sevdiklerimiz, eşyalarımız, şiirlerimiz, anılarımız, birer hatıra olarak kalacak. Dost meclislerinde, sohbetlerde geçecek hep adımız. Mezar taşımıza gül koymaya gelecek o her gün öptüğümüz gül kokan eller, başımızda bir çınar ağacı olacak belki, ama biz olmayacağız. Tüm bunlardan ayrı kalacağız, sevdiklerimizden, eşyalarımızdan, ekmekten, zeytinden, kurşun kalemden ve saman kağıdından. İşte bu zor geliyor değil mi? İşte bu yüzden şu ayrılık olmasa!
Gözümü duvardan ayırıp  gazozumdan son yudumu da aldıktan sonra dayıya dönüp:
-         - Şu eski Zafer’in tadı da bambaşka.
Diyerek bir klişeyle sonlandırdım kafamda kopan fırtınaları. Kendimi güneşin yakıcılığına hazırlayarak çıktım iki metrekarelik çay ocağından.

                                          *Orhan Veli/ Kitabe-i Seng-i Mezar III/Eylül 1941
                                                            **Orhan Veli/ Yaşamak II/ Nisan 1951

2 Nisan 2014 Çarşamba

Sonsuzluğa Evrilmek



Nisanın ilk günündeyiz bugün. Nevruzun üzerinden bir hafta geçmiş, mevsim bahara dönmüş. Her sene bu zamanlar olduğu gibi babam ön bahçedeki çimleri biçmiş makineyle burnumda kesik çim kokusu var. Annem çam ağaçlarının altlarına küçük çukurlar açmış yağmurlar azaldığında daha kolay su tutsun dipleri diye. Tam dokuz çam ağacı var ön bahçede, henüz bir fidanken toprakla buluşmalarında oradaydım. Hepsinin büyümelerine şahit oldum, boyuma eriştiklerine. Şimdi beni aştılar ama hala tam olarak büyümüş sayılmazlar.(tıpkı ben gibi) Bugün nisanın ilk günü ve ben kim bilir kaçıncı kez yaşıyorum bu sahneyi bir bahar akşamı balkondan. Havalar sıcağa döndükçe sokağa çıkıyor okuldan dönen çocuklar, bağırış, çığırış…

Tam on dokuz yıldır bu bahçeyi görerek yaşıyorum ben. Tam on dokuz yıldır burası evim. Öyle çok sık ev değiştiren bir ailede doğmadığım için kendimi şanslı hissediyorum.(belki de şanssızımdır) Her bir parçasında bir şeyler var sanki benden. Çeşmenin yanında açan leylakta, mesela küçükken meyvesini çok yediğim ama artık olmayan erik ağacında, şimdi kuruduğu için dalları kesilen ama bir dönem sayamadığım kadar çok topumu o dallara esir ettiğim zeytin ağacında çocukluğumun ilk yıllarını görüyorum. Her şey aynı değil tabii evler, yollar, eşyalar, insanlar değişiyor. Ben değişiyorum. Duygularım değişiyor. 

Ve bir hüzün kaplıyor içimi gözümün önünden fark etmeden geçip giden ve bir daha asla geri gelemeyecek şeyleri anımsıyorum. Balkona çıktığımda bir daha asla erik ağacını göremeyeceğimi, oturma odasına bakan çam ağacının geri gelmeyeceğini fark ediyorum. Zaman geçerken ve hayat tüm hızıyla akıp giderken aslında fark etmeden yitirdiğim onca şey olduğunu anlıyorum.

Bir gün bu hikaye bitecek her gün girdiğim kapıdan daha seyrek aralıklarla girmeye başlayacağım. Önce ağaçların tümü sökülecek ardından ön bahçedeki çimlerin yerini beton kaplayacak. Ve en sonunda ortada girebileceğim bir kapı bile kalmayacak. Son kez bakacağım ardıma benden kalan son eşya toprağa karışana kadar geçmişte yaşayacağım. Birilerinin önceki yaşamlarında büyük bir yer kaplayan duygularla, birilerinin delice bağlandığı şehirlerde, farkında olmadan birilerinin geçmişiyle iç içe yaşıyoruz. Etraf yeni bedenlere bürünmüş ama aynı ruhu paylaşan insanlarla dolu. An gelip değişimin bir parçası olmaktan vazgeçtiğimizde, yani durduğumuzda, geçmişimizle, yaşadığımız şehirde, özdeşleştiğimiz evlerle, sevdiğimiz insanlarla birilerinin hayatında yaşamaya devam edeceğiz. Kim bilir belki de harcadığımız son kağıt para bedenimiz toprak olduktan yıllar sonra dönüp dolaşıp ilk aşkımızın cebine girer.

Demem o ki yaşamak kendimiz için düşündüğümüzde mutlak sonu olan bir eylem gibi görünmesine rağmen hatıralarla sonsuza evrilen bir form olmayı başarıyor. Hal böyle olunca ölüm mutlak son olmaktan çıkıyor ve insan anılarla sonsuza dek yaşıyor.

1 Ocak 2014 Çarşamba

Korkular Üzerine




Yalnız geçen gecelerden korkun

Ölümden ve tek başınızayken yatakta terlemekten

Sokak lambalarından korkun

Ölülerden ve yarasalardan

Rüzgârdan korkun

Eldivensizlikten ve ayazdan

Kalbinizi kıran kadınlardan korkun

Onlar ki sizi asla sevmediler ve sevmeyecekler…

Sonra tüm korkularınızla yüzleşin

Yalnız bir gece geçirin

Tek başınıza uyuyun

Sokak lambasının altında yarasalarla dans edin

Rüzgâra soyunun 

Ve sizi sevmeyen kadınlar için

Daha fazla sevin

Onlara sevmeyi öğretin.